Eylül 24, 2017

Çağlayan Kuşu

Hayatı hakkında hiçbir fikri yok.
Bu yüzden de hayatta hiç yer edinemedi. 
İçine bir pencere açmak mümkün olsa,öyle yapardı.
Zaten hayat biraz da mümkünsüzlükler atlası değil miydi?
  Onu güzel yapan
 tüm olmayanlarıyla 
tam olarak buydu
Mücadele,
hayatın kendisinden geliyordu.


Fokurdardı,dalgalanırdı.
Deniz değildi. Ah keşke deniz olsaydı,o zaman böyle içine çağlamazdı.
Saçları acının çağlayanı diye sevilirdi.
Saçları sevilmedi.
Onun için hayat hem içinden çıkılamaz, hem de içinde yer edinilemez bir mekandı. Hayatı hikayenin geçtiği mekan olarak tanımlardı.
Yıllar onu büyüttü,o içindeki kuşu.
Yıllar büyüttü önce onu,sonra yıprattı.
O öptü önce kuşu,sonra büyüttü. Annesi çok küçükken ölen tüm yaralı çocuklar için önce öptü,sonra doğurdu.
İçine vav gibi eğildiği gecelerde ölmek istedi. Geldiği gibi. İzsiz,adressiz. Fetüs gibi.
Kendine kapandığı yerde dünya da kapansaydı üstüne keşke,hep böyle isterdi.
Dizleri titreyerek geldi.
Bakışını görseydiniz,bu koca boşluk nasıl böyle anlam yüklü olur diye uykularınız kaçabilirdi.
Binlerce kelime bil, yüzlerce kitap oku. Bir bakışa şaşıp kalabilirsin. Tanımsızlık. Onun da sevdiği gibi.
Hatta sadece öylece bakıp kalmaların insanıymışız.
Onda kocaman bir boşluk vardı,ona tanık olanlar onunla birlikte bu boşluğu nereye koyacaklarını bilemeyip,çaresizliğe kapılıyorlardı. Boşluk,yok olma hali değil midir? Onun boşluğu öyle büyük bir yer kaplıyordu ki onunla kimse ne yapacağını bilemiyordu, dedim içimden. Onu anlatan bir kitap yazmayı,bu düşündüğümü de ilk sayfasına basmayı düşündüm.
İşte o akşam ağlamaya ve benimle konuşmaya başladı.
Onu izlerken şiire,sanata gerek yokmuş gibi hissediyordum. Onu edebiyat anlatmaz, o var oluşuyla edebiyattır baştan ayağa...
Toprakların dış etkenlerle aşındırılıp,ait olduğu yerden koparılıp,başka bir yerde birikmesine erozyon denir,dedim içimden alakasızca. Sıradan bir günde kendime demeyeceğim bir sürü cümle akıyordu içimden. Nasılsa söylediği her şeyi içimden birkaç yüz defa kendime tekrar edecektim. Şu erozyondan bahseden iç sesim üzerine bir daha düşündüm. Onun dünyadan kendini koparırcasına dizlerinin üzerine çöküp,kendinden eksildikçe benim içime doluşuna ne denir,bulamıyordum. Coğrafyayı orada bırakmaya karar verdim.
Arkamda kırık bir coğrafya,önümde diz çökmüş ağlayan bir edebiyat.
Sözcükler duygular yanında aptallaşıyorlar. Ah.
Parçalarını bıraka bıraka konuşmaya başladı benimle o akşam.

Benim içimde kuş var. O kanat çırpıp,duruyor. Göğsümden çıksın, gitsin istiyor, biliyorum. Ben onu öperek büyüttüm. Yalnız kalmasın diye ıslık çalıyorum hep. Göğsüme yakın ıslıklar üflülüyorum ona. 
Kusayım diyorum,çıksın. Göğsüm sıkışıyor, boğazım sıkışıyor.
Başlarda sandım ki ben üzülüyorum diye zarar görüyor o. Çırpınıyor kalbimde. Ne kadar ağlarsam,o kadar kanat çırpıyor göğsümde.
Öğürüyorum. Göğsüme vuruyorum. Bak böyle vuruyorum buraya.
Çıkmıyor. Kanat çırpıyor. Kusmak istiyorum. Yorgun düşüyorum. Kısa,bölük uykular uyuyorum. Uyandığımda aklımda aynı şey.
İnanmadılar kuşa. Bak vuruyorum buraya. Buradan ses geliyor. Benim,dedim. İçimde kuş var. İnanmadılar o kuşa. Kuş beni yalancı çıkardı.

Öyle sancılar çekiyordu ki,göğsünü deşmek istediğine şahit oldum. Kalbini açarsa,kuşun içinden kanatlanacağına inanıyordu. .
O hep yaşamından arttırıp,eksikliklerini tamamlamaya çalıştı.
Bir kısır döngünün acıyla çağlayan çağlayanıydı.
Keşke kendini başka kıyılara taşıyacak kadar kuvvetli bir deniz olsaydı.
Gerçek dünyada hiç böyle olmazdı.
Olsaydı efsane olacaktı,olmadığından edebiyat oldu.