Aralık 26, 2017

Psikiyatri Servisi

psikiyatrisine bile derdini mektupla anlatan bir kadınım ben
öyle uzun cümleler yorar beni
yani, yormaz da
galiba içimin benimle alıp veremediği var
bir uzun yollar yormaz
o yüzden bu kadar çok yürürüm
kendimi keşfetmeyi dilerim yürürken
işte bu azap da oradan
keşfedilmeyişten
elimde bir gazoz şişesi 
kırılmayan cam nasıl kesik doldurur onu merak ediyorum
boğazımı yakan asitten medet umuyorum
Kasımpaşa diyor tabelalar
yürüdüğüm yol ismi olan hiçbir yere çıkmıyor
sokaklarda gördüğüm hayatlar
eksik hayatlarımı tamamlıyor
ancak işte o zaman tamam olur diyorum
belki tamam olurum
belki o zaman bulunmamış hiçbir şey kalmaz
belki o zaman kafa sesim bastırmaz genzimi
belki o zaman titremez sesim
o zaman düşündüğüm beş cümleye iki cümle kurmam dışımdan
uyuşturucu mu der biri
bir bilmeyen olsa uyuşturucu mu bu der belki bana ben yürürken
bilmediğim sokaklardan geçmek
bildiğim bir yerde 
ne yaptığımı bilmekten daha az geriyor beni
bu duvarlar yıkılacak 
bu duvarlar yıkılacak
bu duvarlar yıkılacak
diye sayıklarken biraz Edip Cansever oluveriyorum
ama bu duvarlar nereden var oluyor
bu duvarlardan evvela beni yıkan ne


mezarlıklarda arama kendini
toprakla konuş 
genzini toprakla doldurma
sana ölüden arkadaş olmaz
bu dünyada bu meselelerin edebiyatı yapılmaz
yitirilen bir şeyden hayat bulmaya çalışma artık


Aralık 06, 2017

Işık




Şampiyonluk kupasını kaldıracağımız günlere...




Başından belli. Hükmen mağlubuz.
Sahaya çıkmadan önce illaki bi göz göze geliyoruz. İşte o zaman nasıl oluyorsa, bir cümle sonu “oh be” dedirtecek bir konuşma başlatıyor. Sahaya çıkmakta ve yenilgiyse, yenilgiyi de doyasıya yaşamakta karar kılıyoruz. Taktik sormuyoruz.
 Gidiş yolundan hep puanlar veriyoruz birbirimize. Neden demeden önce, ne hissederek, ne düşünerek yaptın diyoruz, neticenin değil, o anın oyuncularıyız.
Yenilgiyi doyasıya yaşamaya ilk adım... 
Atağa kalkıyoruz. Benim elim senin omzunda.
Senin elin benim sırtımda. Çünkü sen biliyorsun ki o sırt çok ağrılı bir sırt. İçinden geçiriyorsun mütemadiyen, bu maçtan ağrısız çıkacağız diye. Dışımdan söylüyorum ben, dış sesinmiş gibi. “Kalbimden geçiyordu” diyorsun.

 Atağımız direkten dönüyor. Kızacak oluyoruz birbirimize, sonra sen pişman hissetmeyeceksen, boş ver, diyoruz ve konu kapanıyor. Maç devam ediyor. Nedense sonu yenilgi olan maçlar enine boyuna uzaya uzaya, zamana yayılarak devam ediyor. Mücadelenin her dakikasını şakaklarımızda atan nabızdan bir an oradan kopmadan, kopamadan yaşıyoruz.

Bir ara ben taç çizgisinin dışında dolaşırken buluyorum kendimi.
Sesler boğuk geliyor, nabzım yükseliyor. Direnç, diye bağıran bir ses duyuyorum sonra, tabi ya, oradasın, hep oradaydın. Koşmaya devam ediyorum. Olayı amacından öyle sapıtıyorum ki hatta, topun ardından değil, sana doğru koşuyorum. Çünkü ikimiz topun ardından koşarsak, daha çok amaca hizmet eder, onu anlıyoruz.
Ağlarımız topla o kadar havalanıyor ki, üşüyoruz. 

Üşümekten gözümüzden yaşlar geliyor. Isınmak olsun diye daha kuvvetle asılıyoruz maça bu yüzden. Yapılan faulleri hakem görmüyor, trübünde ümidini kesmiş milyarlarca insan, “artık sonu gelse şunun” diyorlar, bakışları yerde... Düdük çalıyor. Bitti işte, diyoruz. O sıra öyle uzun bir uzatma ekleniyor ki maça, ne trübün ne adil olmayan hakem, ne hükmen mağlupluk... 
Soyunma odasına gidip, fantastik cümleler kuruyor, en başından bir daha inanıyoruz. “yenilirsek” diyoruz, “yenilirsek de, e anımız olmuş olur, oyun oynamış oluruz” diyoruz. O uzatma illaki geliyor işte, ısınmak için maça daha çok asılıyoruz, çünkü kendi kalemizde gördüğümüz her gol çok üşütüyor bizi...
 Ben o kocaman sahada bana doğru koşuşuna, aynı atağa son sürat koşuşumuza çok inanıyorum. Dostluktan hep hükmen galibiz ya, ben bu oyunu seninle oynamayı seviyorum. İyi ki deplasmanda ben yedek kulübesinde beklerken, sen “oturabilir miyim” diye sordun... O sahada trübün yuhalamalarını hiç duymadan, hep bulacağım seni. İyi ki doğdun!